NELER İZLEDİM #59


Herkese merhaba. Yeni yazıma hoşgeldiniz. Bu yazıda geçtiğimiz yıllarda gösterime giren filmler dışında, vizyon filmlerini de bulabileceksiniz. Haydi başlayalım.

2007 yapımı Feast of Love, tamamen şans eseri izleyip, beğendiğim bir film oldu. Romandan uyarlama olan filmleri ben seviyorum sanırım. Bradley, bir kahve dükkanı sahibidir. Eşi tarafından çok acı bir şekilde bırakıldığında, kolu kanadı kırılır. Dükkanına sık sık gelen, herkesin kendisinden akıl aldığı ama kendi derdine çare bulamayan Morgan Freeman da, Harry olarak karşımızda. Bu insanlar ve etrafında gelişen olayları izlediğimiz filmde; sevginin her ilişki türünde yarattığı farklı durumlar anlatılmış. Tamamen bir geçiş erkeği olduğunu düşünen Bradley'in yaşadıklarına üzüldüm gerçekten. Kafede tanışıp, çılgınlar gibi aşık olan iki genç çiftse, sanırım izleyen herkesi derinden sarsmış. Afişte de gördüğünüz gibi, bir çok hikaye var. Bence oldukça keyifli, sessiz sakin, iddiasız, kaliteli bir film. Sonunda ağlatan cinsten. Tavsiye ediyorum efendim.


Bu filmle ilgili bu zamana kadar söylenecek her şey söylenmiştir. Ben sadece arşivimde yer alsın diye ekliyorum :) 2015 yapımı, başrolünden Alicia Vikander'e (Michael Fassbender'ı kaptın zaten daha ne Oscar'ı :( ) Oscar heykelciği kazandırmış The Danish Girl, gerçek bir hayat hikayesine dayanıyor. Mutlu bir evlilikleri olan iki ünlü ressamın hayatı, koca kişisinin aslında kadın hisleri taşıdığını kendisine ve eşine itiraf etmesiyle bambaşka bir noktaya sürükleniyor. Cinsiyet değiştirme ameliyatına kadar gider ki bu ameliyatı olan ilk kişilerden olduğu söyleniyor. Eddie Redmayne hakkında inanın söyleyecek tek kelime bulamıyorum. Başkası bu kadar harika oynayabilir miydi bilmiyorum. Biyografik tadı olan filmleri ekstra çok seviyorum, baya keyif alarak izledim. Aşırı hiçbir şey yoktu. Hala izlemediyseniz, bu da tavsiye ettiklerimden.


Tamamen kafa dağıtmak için açıp izlediğim, gerçekten de beni eğlendiren bir filmdi Trainwreck. Başroldeki Amy Schumer, komedi dalında baya uğraşan bir hanım ablamız sanırım. Filmden sonra keşfettim. Şimdi efendim; Amy gayet güzel bir işi olan, erkeklerle sürekli ilişki halinde ancak uzun ilişkilere bakışı tamamen negatif olan bir kadındır. Çalıştığı dergide, basketbol oyuncularının doktoru olan Aaron ile röportaj yapmasını ister. İşte tanışmalar, sohbet hoşbeş derken, bi çekim olur aralarında. Amy tabi gelgitler yaşar, uzun ilişki kadını olamadığı için. Ama Aaron çok tatlıydı bence, haketmedi onca şeyi. Bi de filmde LeBron James var. Baya baya var. Meşhur bir kaç basketbolcu daha olabilir onları tanımıyorum. Keyifliydi ya, güldüm ben. İzlenebilir.

Pedro Almodovar filmi ile devam edelim. Julieta 2016 yapımı, film festivallerinde baya ses getirmiş bir film. Julieta, orta yaşlarını geçmiş, bulunduğu ülkeyi erkek arkadaşı ile terketmek üzereyken, kendi iç hesaplaşmasını yaşayarak bizi ve kendisini geçmişe doğru uzun bir yolculuğa çıkarır. Öncelikle 20 li yaşlarındaki Julieta ile tanışırız. Bir tren yolculuğunda tanıştığı bir adamla yaşadığı ateşli gece, ardından hayatının değişimiyle devam ederiz. Filmdeki tema sanırım şu; Neyi ayıplarsan, o seni bulmadan ölmüyorsun. Bu sadece Julieta için değil, filmdeki çoğu karakterde daha "Bak gördün mü, nasıl oluyormuş?" hissine kapılıyorsunuz. Julieta tabi daha ağırını yaşadı. Konuya çok giremiyorum. Heyecanını kaçırmamak için. Beğenmeyeni olduğunu çok okudum. Ben beğenen taraftayım. Beni sıkan bir film değildi. Aksine beğenirim ben Almodovar'ı. İzlenesi.

VİZYON FİLMLERİ

Aile Arasında; erkek arkadaşımla çok eğlenerek izlediğimiz bir filmdi. Bizim de tam nişan hazırlıkları üzerine geldiği için sanırım sevdik baya. Gülse Birsel güzel bir seyirlik yaratmış. Favorim tabii ki Demet Evgar ve Engin Günaydın. Hiç beğenmeyip, salondan çıkmak isteyen arkadaşlarımız olmuş. Şaşırdık. O kadar da değil!

Kız arkadaşım Aslı ile, ağlamak için gittik. Öyle de oldu, ağlaya ağlaya çıktık salondan. Sonrasında çok spekülasyon döndü yapımcısı ayrı, yönetmen ayrı, bu Oscar olayları filan. Gereksiz şeyler. Bizim Aslı ile favorimiz Ali'ydi. Ali Atay aşırı tatlıydı yine.

Ben öyle uzun uzun, ağdalı anlatamıyorum. Neyse o, çat çat yazıp bitiriyorum. Beğeniyo musunuz bilmiyorum. Yani çünkü filmlerin konusunu çok yerde okuyabilirsiniz. Ben, bende yarattığı duygularımı paylaşmayı seviyorum. Öyle yani :) Tekrar görüşmek üzere, herkese iyi haftalar diliyorum.

NELER İZLEDİM #58


Herkese merhaba. Uzun bir ara verdim yazılarıma. Bu süreçte hayatımda büyük değişiklikler oldu. Nişanlandım! Neyse ki iyi haber, nişanlım da benim gibi değişik filmler izlemeyi seven biri (kalpler). Yani bundan sonra daha çok filmler göreceksiniz burada. Lafı çok uzatmadan filmlere başlıyorum.

     İlk filmimiz 1999 yapımı, Paul Thomas Anderson'ın hem yazıp hem yönettiği Magnolia. Filmi o kadar çok görüyordum ki listelerde, sözlüklerde vs artık dedim yeter izle Seda. Filmde birbirinden bir o kadar ayrı görünen ama bir şekilde hepsinin birbiri ile bağlantısı olan karakterler var. Ölüm döşeğinde zengin bir adam, bu adamın çok ünlü oğlu (Tom Cruise aşşırı genç burda kızlar dikkat ^^), bir program sunucusu yaşlı bir adam, bu adamın uyuşturucu bağımlısı kızı, bu kızın bir tesadüf sonucu tanıştığı bir polis memuru, sonra bir gece bu polisin karşılaştığı, eskiden çok zeki bir çocuk olan adam ohoo say say bitmez. Yağmurlu bir günde işte tüm bu karakterlerin başına gelenler. Filmin süresi baya uzun. 3 saat. Ben Juliane Moore ve rahmetli Philip Seymour Hoffman adına izledim. Ama yönetmeni de seviyorum yani. Hard Eight ve Boogie Nights diye şahane filmleri vardır ki, onları da daha önce yazmıştım, şuradan ve şuradan okuyabilirsiniz. Son sahnelerdeki kurbağalara asssla ama asla değinmek istemiyorum. Ekrana bakmadım!

İLGİNÇ BİLGİLER
* Film, 3 dalda Oscar'a aday olmuş.
* Claudia yani uyuşturucu bağımlısı kızın karakteri, ilk oluşturulan karaktermiş. Diğerleri, ondan yola çıkılarak oluşturulmuş.
* Neredeyse her lokasyonda, en az bir tane manolya fotoğrafı veya resmi varmış. Ben buna çok dikkat etmemiştim. Siz izlerseniz bakarsınız.
* Yönetmenin, o zamana kadar ki en sevdiği film Magnolia olmuş.

     Yani şimdi ben bu filmi neden izledim, hiç bilmiyorum. Bir kaç kelam ediyim hadi ayıp olmasın. Fransız bir film. L'ombre Des Femmes, Türkçe'ye Kadınların Gölgesinde diye çevrilmiş, tam karşılığımı tek bir fikrim yok. Manon ve Pierre, evli, belgesel çekmeye çalışan bir çiftimiz. Zar zor para kazanıyolar. Evlilikleri biraz çatırdamış anlayacağınız. Sonra bunların yanında stajyer bi kız çalışmaya başlıyo. Bu şerefsiz Pierre (özür dilerim ama bu blogda aldatan her insana bu şekilde hitap etme özgürlüğüm var :D ), stajyerle yatıyo Allah affetsin. E karısı da nolduğunu anlayamadan kocasını aldattı filan. Yani ben filmin derdini anlamadım. Gereksiz bir Fransız özgüveniyle çekilmiş boş bir film. İzlemeyin.


     Aşırı aşırı aşırı tatlı bir filmde sıra. Fusi, diğer adıyla Virgin Mountain 2015 yapımı çok sakin ilerleyen bir film. Konusu şöyle; Fusi adında oldukça şişman, annesiyle beraber yaşayan, düzenli bir işi olan ama bu zamana kadar hiç ilişkisi olmayan (buna seks de dahil) dünya iyisi bir adam var. İş yerinde saçma iş arkadaşları bununla hep dalga geçiyo hatta. Kıyamam çok üzüldüm :( Sonra bir gün bu sıkıcı hayatına bir kadın giriyo ve Fusi aşık oluyo. Kadın ama biraz dengesiz. Fusi'nin değerini bilicek biri değil. Bu kadın bi depresyona giriyo, evinde küçük oda gibi bi yer var oradan günlerce çıkmıyo. Bizim Fusi her gün gidiyo evini temizliyo, ona yemek yapıp kapısına bırakıyo, onunla konuşmaya çalışıyo hatta ve hatta kadın işten atılmasın diye gidip onun yerine çalışıyo. Çok keyifli, sıkmayan, benim yaşayan film dediklerimden. Bence listenize mutlaka ekleyin.

     Yayınlandığı 1985 yılında sanırım bol sükse yapmış, klişe liseli kafasının anlatıldığı The Breakfast Club var sırada. Sırf merakımdan izledim, şu afiş karşıma orda burda çok çıkıyodu. Afişten de görebildiğiniz gibi, 5 karakterimiz var. Bu çocuklar bi şekilde cezalandırılıyor ve cezaları haftasonunu okulda geçirmek oluyo. Müdür gibi biri geliyo bunlara kompozisyon filan yazdırıyo. Öyle sıkıcı işler yani. Ama karakterlerden biri (şu eldivenli olan) tam bir belalı. Sürekli haraket halinde, aşırı yaramaz. Bi kızımız zengin bir prenses. Diğer kızımız ugly Betty kıvamında, pek konuşmuyo. Bi çocuk tam bi inek. Diğeri de sporcu takılan uyuz bi tip. Anlayın yani aralarında neler olacağını. Sistemi ve arkadaşlık hatta aile ilişkilerini baya sorgulayan bi film. Zamanında çok tutmuş evet ama artık bu konulardan bıktık, şimdi vizyona girse tutmazdı. Ama bu tarz filmlerde ben biraz eskiciyim, daha önce de söylemiştim. İzlenebilir. Buna benzer bi film daha yazmıştım, hatta afişte yerde yatan zengin kızın başrolde olduğu tatlı bir filmdi. Şuradan bakabilirsiniz ona da, 80'ler liseli havaları.

İLGİNÇ BİLGİLER
* Gençlerin kütüphanede oturup, kendileri ile ilgili gerçekleri anlattığı sahne aslında senaryoda yokmuş. Yönetmen o an karar vermiş ve provasız bi şekilde doğaçlama oynamışlar.
* Filmin yönetmeni ve aynı zamanda senaristi olan John Hughes, filmi 2 günde yazmış. E biraz belliydi.
* Dans sahnesinde aslında sadece Claire yani zengin kız dans edicekmiş ama oynayan oyuncu biraz utanmış, o yüzden yönetmen tüm oyuncuları dans ettirmiş ^^
* Filmin asi çocuğu John, yani Judd Nelson'ın filmdeki kıyafeti, seçmelere katıldığı sırada giydiği kıyafetmiş. Yönetmen baya beğendi demek ki.

     Bu filmi orta yaşın üzerindeki insanların beğeneceğini sanmıyorum. 2014 yapımı Ask Me Anything biraz ergen filmi gibiydi. Katie, liseyi bitirip üniversite başvuruları yapması gerekirken, 1 sene ara vererek kendisine zaman ayırmak ister. Bu süreçte kendisine iş arar. Kütüphanede çalışır, bakıcılık filan yapar. Annesi babası ayrı olan kızın, babası hasta. Sürekli onun yanına gider. Onun yanında ne kadar minik, melek gibi görünüyosa, dışardaki hayatında bir o kadar vahşi bir kız. Kendinden yaşça büyük insanlarla beraber oluyo. Onların kendisine gösterdiği ilgi, nedense çok hoşuna gidiyo, anlamsız aşklar yaşıyor. Bu süreçte kendisine bir blog açarak yaşadıklarını anlatıyor. Derken başına bir şey geliyor (bu spoiler olur söyleyemem) ve her şeyi arkasında bırakarak gidiyor. Sonu aslında baya değişik, izleyince anlayacaksınız. Kötü değildi ama vaaov da demedim. Kafa dağıtmalık.

Yorum bırakmayı unutmayın, okuyunca accayip mutlu oluyorum. Herkese harika bir 2018 diliyorum.
Yeni bir yazıda görüşmek üzere!



NELER İZLEDİM #57



Herkese merhaba! Yepyeni 5 filmle beraber geldim. Özledim konuşmayı. Hadi başlayalım.

     Carol filminin afişini gördüğümden beri 'Beni izle!' diye bağırıyodu. Ama ancak sıra geldi. 2015 yapımı, 6 dalda Oscar'a aday olmuş filmimizin başrollerinde benim belki de en sevdiğim kadın aktristlerden biri olan Cate Blanchett ve tatlı mı tatlı Rooney Mara var. Evli ve bir kız çocuğu annesi rolünde Cate Blanchett, filme adını veren karakter rolünde. Ben Rooney Mara'yı Carol sanıyodum yıllardır :) Her neyse, Rooney ise tek başına yaşayan, gereksiz bir erkek arkadaşa sahip Therese rolünde. Therese'in çalıştığı alışveriş merkezinde, Carol'un eldivenlerini unutmasıyla, bir arkadaşlığın! temelleri atılır. Carol, evli filan ama evliliği baya çatırdamış ve uzun zamandır kadınlardan hoşlanıyor! Therese ise henüz benliğini bulamamış, Carol ile kendini keşfediyor. Beraber uzun yolculuklara çıkıyorlar. Aralarında oldukça ince bir çizgi var, çok naif bir aşk aslında. Carol'un boşanma aşamasında oluşu, kocasının tam bir hödük oluşu filan başlarına biraz işler açıyor. Yani filme homofobik yaklaşanları anlamıyorum. Bence öyle rahatsız edici bi sahne yoktu. Tamamiyle harika oyunculukların olduğu gayet güzel bir film. İzleyiniz efendim.

İLGİNÇ BİLGİLER

* Carol ve Therese'in filmin sonlarına doğru bir telefon konuşma sahneleri vardı. Burda meğer gerçekten de her ikisi telefondaymış. Bunu iki oyuncu kendisi istemiş. Daha iyi oynamak için.

* Rooney Mara, 13 yaşından beri Blanchett'e hayranmış. Ne büyük şans ki aynı filmde başrolde oynadı!

* İkinci mektupta Carol, Therese'e 17 Nisanda kendisiyle buluşmasını yazıyor. Meğer 17 Nisan, Rooney Mara'nın doğumgünüymüş. 

     Yine kafamı duvarlara vura vura izlediğim nostaljik bir romantik komedide sıra. 2000 yapımı About Adam'ı ağzım açık izledim :D Böyle bi filmden daha bahsedicem, bekleyin. Şimdi Lucy isimli kızımız Adam isimli bir şerefs... ımm şey bi adamla tanışır. Adı da Adam, vay be... Kız baya aşık olur, Adam da olur gibi gösteriyo kendini. Evlenmeye karar verirler. Bu sırada Lucy'nin, oldukça inek bir kız kardeşi var, Adam bu kıza da sarıyo. Gizli gizli buluşup sevişiyolar filan. Film şöyle ilerliyo, önce Lucy'nin gözünden izliyoruz. Sonra inek kız kardeşinin gözünden, sonra da ne yazık ki büyük ablalarının gözünden. Ay onunla bile yattı adam yaa deliricem. Hayır o madem şerefsiz siz nasıl kardeşsiniz ben onu anlamıyorum. O yüzden vurdum yani kafamı duvarlara :D Anlayacağınız, baya kafa dağıtmalık bir film. Komik de bi yandan, bence izleyebilirsiniz.

     Benim yaşayan film dediğim filmlerden biri Jack. 2014 yapımı 10 yaşındaki Jack ve küçük kardeşi ile annesinin hayatını anlatıyor. Babaları yok. Anneleri çok genç ve oldukça sorumsuz. Jack'i, yatılı bir yaz okuluna gönderir. Klişe olarak tabi burdaki kötü çocuklar Jack'e rahat vermezler. Jack de pek mutlu değildir. Ara tatil gibi bi şey olur, herkesi ailesi gelir alır, bizim Jack de kıyamam bi hevesle hazırlanır. Ama o uyuz anası gelmez. Nasıl üzüldüm size anlatamam. Sonra bi olaylar olur, okuldan kaçar, eve gider. Ama kapıyı açan kimse olmaz. Günlerce bekler. Anahtar da yok. Gider annesinin bi arkadaşını bulur. Kadın da bilmiyo yerini, bi de diğer minik çocuğu da bırakmış bu kadına. Jack kardeşini de alır, anasını aramaya başlar. Güzel filmdi ya. Sanki oynayanlar oyuncu değil de böyle sokaktan birer insan gibi oluyo bu tür filmlerde. Sevdim baya. İzleyin.

     Baştan söylüyorum Youth filmini izleyin. 2015 yapımı Oscar'a aday olmuş bir film daha. Michael Caine ve Harvey Keitel (enerjisine bayılıyorum) ve güzeller güzeli Rachel Weisz (kıskanıyorum) başrollerde. Mick ve Fred, şehrin uzağında oldukça lüks bir otelde inzivaya çekilmişlerdir. Fred'in ara ara yaptığı bir şey bu sanırım, karısının acısını bastırmak için kaçıyor işte adam. Eskiden de ünlü bir orkestra şefiymiş. Kraliçe Elizabeth, kendisinden özel bir konseri yönetmesini istiyor, adamı ikna etmeye çalışıyolar ama asla olmuyor. Mick ise zamanında ünlü bir yönetmenken, ününü kaybetmeye başlamış, gençlerden oluşan bir yazar ekibi kurmuş, otelde film yazmaya çalışıyolar. Bunlar bi yandan da dünürler. Fred'in kızıyla (Rachel Weisz) Mick'in şerro oğlu evliler. Ama adam aldatıyo. Ulan yeter be! Otelde bol diyaloglu, harika oyunculuklu günler izliyoruz. Arada bi yerde Miss Universe filan dahil oluyo olaya. Kıskanç biriyseniz erkek arkadaşınızla izlemeyiniz efendim. Kudurabilirsiniz çünkü, benden söylemesi. 

İLGİNÇ BİLGİLER

* Michael Caine, filmi ilk kez izledikten sonra yönetmen Sorrentino'yu aramış ve çok etkilendiğini söylemiş. Karısıyla filmden sonra bindikleri takside ağlamış :(

     Ben Stiller bir romantik komedide olur da biz gülmez miyiz? 2004 yapımı yine eskilerden bir film. Reuben ve karısı, evlendikten sonra balayına giderler. Orda karısı ile oldukça talihsiz bir şekilde ayrılmak zorunda kalırlar. Bu ayrılık şekli, erkek arkadaşımı balayına gitmekten vazgeçirecek cinstendi :D Her neyse, Reuben karısını orda bırakır ve evine döner. Artık boşanıcaklar. Bu süreçte bir restoranda Polly ile karşılaşırlar. Aslında hayat tarzları birbirinden çok farklıdır ama flört etmeye başlarlar. Bu süreçte tabii başlarına aşırı komik şeyler gelir. Ben gerçekten çok eğlendim. Özellikle dans sahneleri şahane ki, okuduğuma göre Jennifer Aniston'un filmde oynamayı kabul etmesinin en büyük nedeni, Ben Stiller ile salsa yapıcak olmasıymış :) Tam birbirlerine alışıp, sevmeye başladıkları sırada, Polly bir gerçekle yüzleşir. Şöyle ki; Reuben, bir risk analizi uzmanıdır. Bilgisayarında Polly ve karısının kendisine vereceği avantaj/dejavantajlarla ilgili oluşturduğu sistemi görür ve bam! Ayrılırlar. Filmde bir de aşırı beğendiğim rahmetli Philip Seymour Hoffman da var. Baya eğlenceli bir film, benden söylemesi.

Bence çok güzel filmler izlemişim, hepsini içime sine sine anlattım. Bir sonraki beşlikte görüşmek üzere ^^




NELER İZLEDİM #56


Herkese merhaba. Yepyeni 5 filmle karşınızdayım. Hemen başlayalım.


     Yine 90'lı yıllardan bir romantik komedi; Beautiful Girls. 1996 yılında çekilmiş film, zamanın ünlü yıldızlarından oluşuyor. Konusuna gelirsek: Willie, şehirde piyanistlik yapmaktadır. Yani piyanist derken, bizim düğünlerdeki piyanist şantörler canlanmasın gözünüzde. Restoranlarda, müşterilerin akşam yemeklerine eşlik eder. Bi de avukat sevgilisi vardı sanırım. Her neyse, bir gün kalkıp kasabaya, gençliğinin geçtiği yerlere döner. Felaket de bir kış mevsimi. Ortalık kar kıyamet. Çocukluk arkadaşlarıyla kaşılaşır. Beraber vakit geçirirler. Babasıyla da arası biraz limoni. Yani klasik yıllardan sonra memlekete dönme hikayesi. Bence filmin en tatlı şeyi, Leon'daki hallerine aşina olduğumuz Natalie Portman'ın yine minik minik hallerini izleyişimizdi. Yani çok harika değildi film, ama kafa dağıtmalık diyebiliriz.

     Ay bence bu filmi daha önce bi yerde görmediniz. Sizi tanıştırıyo olmak çok keyifli. Komedi dizilerinden tanıdığımız Sarah Silverman bu sefer bir dramda karşımızda ve en az komedi kadar iddialı olduğu kesin. Laney evli ve 2 çocuk annesidir. Dışarıdan harika bir hayatı var gibi görünse de, alkol ve uyuşturucu sorunları yaşıyo. Yani aslında depresyonda olduğu için bunlara sarılıyo sanırım. Kocası hep destek aslında ama baktılar olmuyo, kadını 1 aylığına bi kliniğe yatırıyolar. Orda iyileşiyo gibi oluyo. Kocasıyla yine şehvet dolu günlerine dönüyolar, ailece tatlı vakitler geçiriyolar filan. Ama kadın ı ıh, yapamıyo yani. Eskisinden daha da beter bi hale geliyo. Yani aklım almıyo, kocası gözünün içine bakıyo, kadın ona neler yapıyo. Ama izlemeniz lazım yani, neler neler yapıyo bi görün. Bence kesinlikle izlemeniz gereken bi film. Boş bi film değil, bi derdi var belli.

     Yani bir şey söylemem gerekiyo mu bilmiyorum.











     Çok klişe. Ütü yaparken izlenebilir.












       Aaa bu çok güzel filmdi işte. 2015 yapımı Rams, yani İnatçılar benden tam not aldı. Şimdii; Gummi ve Kiddi adlı birbirine küs iki erkek kardeş vardır. İkisi de yalnız başlarına yaşayıp, tüm köylü gibi geçimlerini hayvancılıkla sağlayan iki yaşlı adamdır. Bi gün Kiddi'nin hayvanları bi hastalık kapar. E otlarken falan filan diğerlerine de bulaşır, risk büyük. Baya fena bi hastalık bu arada. Sonra yapılacak tek şeyin, tüm hayvanların itlaf edilmesi olduğuna karar verilir. Herkesin hayvanları öldürülür, ahırları uzmanlar tarafından temizlenir. Bir sonraki sezonda onlara tekrar hayvan verilmesi için sözleşme yapılır. Ama bizim iki inatçı keçinin derdi başka; onlara ailelerinden kalan hayvanlar saf kan böyle önemli türden bi şeylermiş. Orda bi kaç hinlik devreye girer. Hala kavgalılar ama, küfürler dövüşler bitmez. Ama işte kardeşlik. Bu filmi kesin izleyin bak. Sevmeyen asla olmaz.

        Sırada, izlerken sıkılmadığım ama çok da bayılmadığım bir film var. 2010 yapımı Last Night. Joanna ve Michael evli bir genç çiftimizdir. Kadın, kocasının bir iş yemeğine katılır ve orada şeytanlar şeytanı Eva Mendes'le kocası arasında bir şeyler olduğunu hisseder. Aslında adamın orda günahını aldı. Şerefsizlik yapan Eva'ydı çünkü. Neyse. Michael ile Eva Mendes iş gezisi için uzaklara gider. Joanna evde tek kaldığı bi gün, kahve içmek için dışarı çıktığında, eski sevgilisi ile karşılaşır. Bi an napıcağını şaşırır, etkilenir. Akşam da buluşmaya karar verirler. Tüm geceyi birlikte geçirirler. Kocasından şüphe ederken, kendisi bi anda akıl almaz işlere bulaşır anlicağınız. Bu süreçte Eva'yla başbaşa kalan Michael, gözünüze bi anlık daha masum bile görünebilir. Uçlarda yaşatan bi filmdi. Sonu pek bağlanmadı, biraz seyirciye bırakılmış gibiydi. Çok kötü değil, Keira Knightley hatrına izlenebilir. Eva Mendes'in değil!

Benden şimdilik bu kadar. Hepinizi çok öpüyorum. Yeni filmlerde görüşmek üzere.


NELER İZLEDİM #55


Herkese merhaba. Yine harika 5 filmle karşınızdayım. Tatilden yeni döndüğüm için moral & motivasyon olarak oldukça yükseğim. Harcayacak yer arıyorum anlayacağınız. Haydi başlayalım.

     İlk filmimiz 2010 yapımı, tek kişilik dev kadro diye tanımlayabileceğimiz Buried / Toprak Altında. Başrol ve hatta tek oyuncu olarak Ryan Reynolds'ı izliyoruz. Öncelikle şunu söylemeliyim; kapalı alan fobisi olanlar bu filmi asla izlemesin. Çok ciddiyim. Yani benim öyle bi fobim yoktu ama izlerken nefes alamadım. Bunda da baya ciddiyim :D Konumuz şöyle şimdi; Paul, Irak'ta iş yapan bir Amerikalı. Yani bir firma adına çalışıyor. Tır şoförü de diyebiliriz kendisine. Bigün Paul, tahta bir tabutumsu (töbe töbe) şeyin içinde uyanır. Hareketleri kısıtlı. Işık yok. Daracık bi yer Allahım sen yardım et. Tüm film bu kutunun içinde, Paul'ün kurtulmaya çalışmasıyla geçiyor. Tabi telefon konuşmaları yapıyor ki, diyaloglar beslensin. İşte ülkesinden birilerinden yardım istiyor, eşini arıyor. Falan filan derken, adamı kurtarabilecekler mi bakalım bi izleyin. Film bence çok çok iyi. Şiddetli önerdiklerimden. Bu arada film 17 günde, 7 farklı tabut kullanılarak Barselona stüdyolarında çekilmiş.

     Off klasik bir Liam Neeson filmi daha. Non-Stop. Yani afişe baktığımda, zaten filmi baştan sona izledim. Ne vardı da 2 saatimi harcadım bilmiyorum. Aa şey, Juliane Moore vardı, onun için izlemiştim, doğru. Neyse artık. Liam abimiz, kızını kaybetmiş acılı bir baba. Eşi nerde bilmiyorum. Julianne ile aşna fişne yaptıklarına göre eşine de bi haller olmuş olabilir. Kendisi bir hava polisi. Yani şöyle, belirli uçuşlara katılıyo ortağıyla beraber. Bu son uçuşlarında, uçakta bomba olduğuyla ilgili bi ihbar geliyo. Telefonuna böyle sürekli mesajlar geliyo. Bi de ne yaptığını görüyo gibi mesajlar atınca bizimki kıllanıyo. Herkesten şüpheleniyo, sorguluyo filan. Bi ara pilot filan ölüyo, öyle böyle değil yukarısı karışıyo. Aksiyon filmi işte. Kötü değil ama çok klişe. Daha güzel alternatifler mutlaka vardır. Öyle yani.

     Ya bu tatlı filmi izlemeyen hala var mı :) Ben vardım ama benim prensipler farklı biraz, biliyosunuz. The Theory of Everything / Her Şeyin Teorisi 2014 yapımı, başrolündeki Eddie Reymond'a Oscar heykelciği kazandıran bir film. Biyografi de diyebiliriz ama sıkıcı değil. Anladınız tabii, Stephan Hawking'in hayatını izliyoruz. Aslında daha çok eşi ile olan, özel hayatına uzanıyor film. Stephan'ın bu başarıları elde ederken, eşi Jane'in yaptıkları, çocukları, ailesi vs. Hepsine yer var bu filmde. Konusunu anlatamicam yani, söylediğim gibi. Bence çok başarılıydı. Oscar heykelciğini haketmiş mi sorusunu sormaya bile yürek ister, o derece su götürmez bi gerçek hakettiği. Mükemmel oyunculuklar. Bakın vakit kaybetmeden izleyin. Bana söz verin.


     Ne güzel filmdin sen Ex Maxhina yaa. 2014 yapımı 1 Oscar heykelciği alan filmin başrollerinde güzelliğini asla kıskanmadığım :( Alicia Vikander, turuncu saçlarına aşık olduğum Domhnall Gleeson ve ilk başta o olduğunu anlamadığım Oscar Isaac var. Caleb genç bir yazılımcıdır ve çalıştığı şirketin sahibinin açtığı bir yarışmayı kazanır. Kazanan olarak patronunun yaşadığı eve gidecek ve onun orada geliştirdiği yapay zeka ile tanışacaktır. Oldukça heyecan verici! Neyse efendim bu kalkar gider. Zaten dağın da başı, egzantirik işler anlicağınız. Patronu Nathan ile tanışırlar, sonra da yapay zekamız Eva ile! Kızcağız (kızdı valla), çok masum. Her konuştuklarında gel beni buradan kurtar, evinin kadını oliyim modunda. Hep bi ağlak. Bizim saf Caleb da çok etkileniyo. Napsam da kurtarsam bunu burdan derken, olaylar dehhhşet karışıyo. Ağzım açık izledim yani helal olsun güzel filmdi. Bilim kurgu severler hele sakın kaçırmasın.

     Ben romantik komedilerde biraz eskiciyim sanırım. Yine sırada böyle nostaljik filmler var. Hazır olun. Notting Hill / Aşk Engel Tanımaz, 1999 yapımı tatlı, klişelerle dolu bir filmimiz. Başrollerde güzeller güzeli Julia Roberts ve şapşal aşık Hugh Grant var. Zamanında 3 Altın Küre adaylığı da bulunuyor filmimizin bu arada. Şimdi konumuza gelirsek; William küçük köy gibi bir kasaba yaşayan, küçük de bir kitapçısı olan bir abimizdir. Bir gün film Anna kitapçısına gelir. Buraya kadar her şey çok normal. Ama olay şu, bizim Anna ünlü mü ünlü bir oyuncudur. Tanıştıkları ilk anlarda as bayrakları as as moduna gireceksiniz bu arada söyliyim :D Bizim ikili baya tanışıp, işleri ilerletirler. Bir gün William, kardeşinin doğumgününü de getirir Anna'yı. Aşık oluyolar tabi kaçınılmaz son :( Ama Anna bir gün kalkıp gider. Şöhretin de bi bedeli varmış demek ki. Çok herkesi sarmayabilir ama ben sevdim :)

Çok teşekkür ederim buraya kadar okuyan, dayanan varsa :D Yepyeni bir beşlikte görüşmek üzere diyelim ama yorumlarınızı bırakmayı unutmayın lütfen. Sizleri seviyorum.




NELER İZLEDİM #54



Herkese merhaba! Bloguma hoşgeldiniz. İlk defa geliyorsanız ben Seda. Her postumda size izlediğim 5 filmden bahsediyorum. Konuya çok fazla odaklanmadan, bende yarattığı hisleri aktarmaya çalışıyorum. Blogumda spolier a yer yok :) Haydi bu haftanın beşliğine başlayalım.

     2009 yapımı My Sister's Keeper çok derin ve ağlatma garantili bir film. Başrollerinde Cameron Diaz ve Little Miss Sunshine ile parlayan Abigail Breslin var. Şimdi efendim; Sofia adlı tatlı bir kızımız var ve kendisi küçük bir yaşta kansere yakalanıyor. İyileşme şanslarından biri, malumunuz ilik nakli. Ama ne annenin ne babanın ne de erkek kardeşinki tutmuyor. Annemiz Sara da hemen hamile kalarak, kızını yaşatmak için uğraşıyor. Napsın işte, anne. Bi de bu yeni doğan kıza daha küçüklükten birsürü ilaç tedavisi, operasyonlar filan uyguluyolar. Şartlar daha da elverişli olsun diye heralde. Derken bi gün bu minik kız, beni sırf bu yüzden dünyaya getirdiler, vermiyorum ilik filan diyip ailesine dava açıyor! Annesi de avukat. Öyle böyle derken, hasta kızımızın hastalık sürecinden, ilk aşkından, ailede yaşananlardan sahneler izliyoruz. Öküz gibi ağladım çok afedersiniz. Ama kardeşlik ne güzel şeymiş, harika anlattı. Bide çocuklar hasta olmasın nolur Allahım, resmen çaresizlik :( Kitaptan uyarlama bu arada film. En kısa zamanda alıp okuyacağım.

     Benim "yaşayan film" diye tabir ettiğim, 2015 yapımı harika bir filmle tanıştırıcam sizi. Sri Lanka'da iç savaş var ve insanlar artık oradan göç etmenin derdinde. Aileniz varsa göç edebiliyosunuz ama. O yüzden Yalini adlı genç kızımız Dheepan ve Illayaal adında bir adamla bir kızı katıyo peşine, büroya diyoki bu kocam bu kızım, hadi bizi yolla. İanıyolar bunlara, Fransa'ya doğru yola çıkıyolar. Orda Dheepan kendine bi apartmanda kapıcılık görevi buluyo. Ev de veriyolar bunlara. Yalini de hasta ve yaşlı bi adama bakıyo hergün. Kızcağız da okula gidiyo, Fransızca filan öğrenip bunlara yardım ediyo. O arada etrafta tabi çakal çok. Yalini de güzel kadın. Bikaç bi olaylar oluyo. Sonra tabi ateşle barut da yan yana durmuyo; Dheepan'la Yalini arasında bi kıvılcımlar filan. Ama bunları rahat bırakmıyo pislik Fransız gençleri. Olaylar olaylar. Yalini'nin gelgitleri var biyandan. Bence çok çok iyi film,boş bi film değil bi kere. Filmin bi derdi var, belli. İzlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. 

     Bu filmle ilgili kötü yorum yapanı Allah taş edebilir bence. 3 Oscar ödüllü 12 Years a Slave'i daha yeni izlemiş olduğum için özür diliyorum herkesten. Konumuz şöyle; Solomon Northup, New York'a eşi ve iki kızı ile yaşayan bir kemancı abimiz. Bi gün iki adam buna gel biz sana iş bağlicaz der, bu da inanır gider. Para lazım çünkü. O dönemlerde de zencileri kaçırıp köle yapmak meşhurmuş. Ay bizim Solomon'ı da kaçırıveriyolar. Sonra satıyolar bikaç yere. Adam resmen bi gecede köle oluyor. Ama yıllarca kaçabilmenin en zekice halin düşünüyor. Zalim de bi sahibi var, şerefsiz herif. Oynayan da Michael Fassbender aşırı severim. Şerefsizlik yakışmıştı :D Bu filmin en parlayan yıldızı da sanırım şey oldu, Lupito. Hani şu kısa saçlı zenci tatlı kız. Oscar aldı hatta buradaki rolüyle. Cidden güzel oynadı kız, o kırbaçlanma sahnesi zaten, ekrana bakamadım. Allahım sen büyüksün. Güzel film güzel, izlemediyseniz hala ön sıralara çekin.

     Ay peki E.T. 'yi yeni izleyişim? Steven Spielber Bey beni affedin. Sizi de severim aslında neden böyle oldu anlamadım, neyse. Şimdi baya eskilere, 1982'lere gidiyoruz. Elliott; annesi, küçük kız kardeşi ve abisiyle yaşayan minik bi kardeşimiz. Birgün evlerinin garajında bir uzaylı bulur. Ne kadar da normal bi şeymiş gibi anlatıyorum :D Buluyo işte, napiyim. Sonra bunu alıyo eve sokuyo. Odasında gizliyo. Önce abisine, sonra kız kardeşine gösteriyo. Adını da E.T. koyuyolar. E.T. de kıyamam, kötü bi uzaylı değil. Tatlış tatlış takılıyo onlarla. Odada gizleniyo sürekli, arada salona iniyo ama anneleri görmüyo allahtan. Sonra bi şekilde çıkıyo ortaya, öğreniyo herkes. Elliott ve kardeşleri salya sümük, istemiyolar gitmesini ama... Ben açıkçası vaaaov harika demedim filme. Baya sıradandı. Belki yayınlandığı dönem için güzel bir film olabilir ama, beni derinden yaralayan bir film olmadı. Öyle yani. Bu kadar.


     Vizyonda izlediğim bir başka Jack Sparrow macerası, Pirates of the Caribbean : Dead Men Tell No Tales. Maalesef dublajlı izledim, moralim bozuk. Ama 3 boyutlu izledim, ordan kurtardı biraz. Jack şapşiğini sahalara tekrar döndüğü bol aksiyonlu bir filmdi. Konusunu uzun uzun anlatamicam. Yine bi intikamlar, birini bana canlı getir sana canını bağışliyimlarlı bir Karayip Korsanları idi. Bence Jack Sparrow'un sahnesi çok azdı, daha fazla olabilirdi. Onun haricinde serinin en iyisi değildi belki ama, uzun zaman sonra iyi geldi. Vizyonda son günleri olabilir. Beyaz perdede izlemek isteyenler, Sparrow hatrına kaçırmasın.




İşte bu kadardı. Haftaya yepyeni bir yazıyla buralarda olacağım. Hepinizi yorumlarınızla birlikte bekliyorum. Görüşmek üzere :)

NELER İZLEDİM #53



Merhabalar! Her şeye rağmen buraya uğradığınız için teşekkür ederim :) Güzel güzel filmler konuşalım, hadi.

     2017 yapımı Ghost In The Shell (Kabuktaki Hayalet), vizyondayken 3D olarak izlediğim bir filmdi. Çok büyük keyif almadım aslında ama, görsel olarak başarılıydı. Konusuna gelirsek; Major yani güzeller güzeli Scarlett Johansson sanırım kötü bir kaza geçiriyor tam emin olamadım, onun sonrasında kendisine yeni bir beden tasarlanıyor. Özellikler filan da yükleniyor robot bedenine, işte sonra Binbaşı diye özel görevlerde çalışıyor. Daha önceden şeymiş bu arada Japon :) Aşırı aksiyon dolu sahneler mevcut. Arada bir geçmişini de eşeliyor bu arada, annesini hatırlıyor, buluyor yanına gidiyor. Scarlett, rolü için çok ilginç bi şekilde yürüyor bu filmde. Böyle embesil gibi töbe yarabbim çok uyuz etti beni. Ay içim şişti, Manga severler sever bu filmi, ama benim tarzıma hitap etmedi açıkçası. Üzgünüm piremses Scarlett :(

     İşteee, uzun zaman sonra izlediğim en kaliteli oyuncuları barındıran, en sağlam filmlerden. Oscar'da da bir adaylığı bulunun 2015 yapımı filmin başrollerinde rolü için kilo almış olan Colin Farell, mis gibi güzellerden Rachel Weisz ve daha şahane oyuncular da mevcut. Şimdi efendim konumuz şöyle; bir otel var. Yakın gelecekte, bekar insanlar gidip bu otele yerleşirler ve 45 günleri vardır. Bu 45 gün içerisinde kendilerine bir eş bulmaları gerekmektedir. Eğer bulmazlarsa, kendi seçtikleri bir hayvana dönüşeceklerdir! Evet çok ütopik, ama çok efsane bir konu! İşte David yani Colin Farell, kimseyle eşleşemezse ıstakoza dönüşmek istemektedir. Bi bakar, olacak gibi değil, sevmediği biriyle zoraki bir ilişkiye başlar. Derken olaylar karışır, otelden kaçıp ormana sığınır. Orada da bambaşka bir hiyerarşi ile karşılaşır. Derken o grupta bir kadına aşık olur. Ama ne yazıkki bu toplulukta aşık olmak, birbirine dokunmak yasak :( Çok ilginç bir seyirlikti. Mutlaka bir şans vermenizi isterim.

     İzlesem mi izlemesem mi diye muallakta kaldığımı ama aferin Seda diyerek iyi ki izlediğim Love the Coopers ta sıra. 2015 yapımı filmimiz tam bir Christmas filmi. Aslında şöyle diyelim; önemli bir günde biraraya gelen sorunlu aile bireyleri filmi. Heh işte, bildiniz siz atmosferi. Boşanmanın eşiğinde olan yaşlı bir çiftimiz var. Christmas için bambaşka yerlerde bulunan tüm aile bireylerini eve çağırır. Eleanor, eve bir koca aday da götürmek istediği için havaalanında tanıştığı yakışıklılar yakışıklısı :( bir askeri ağına düşürür. Ablası için güzel bir hediye çalarkan! yakalanan Emma, evin en yalnızı ve kenara ötelenmişidir. Sanırım benim 10 yıl sonraki halim tam olarak Emma :D Karısıyla boşanmış ve iki zıpır çocuğa sahip Hank var bi de. Hank i oynayan Ed Helms ti bu arada. Bu adamın mimiklerine, oyunculuk tarzına bayılıyorum harika bir yetenek! Bi de evin dedesi vardır ki, hergün gittiği kafede çalışan güzeller güzeli Ruby'yi (Amanda Seyfried) de getirir yemeğe. Ayy Hank'le hoşlandılar birbirlerinden çok sevindim. İşte herkesin eve gelene kadar başlarına gelenlerle açılışı yapılan film, yemeğe kadar uzanır ve yemekte dedemiz hastalanır :( Sonra hastaneye geçeriz. En güzel sahneler ordaydı, herkes birbiriyle yüzleşti. Ve en harika sahne; hastanede dans ettikleri sahneydi. Yaa bi şey dicem salaaak gibi ağladım :D Ağladım resmen en neşeli sahnede yaa, ama çok güzel bir sahneydi. Bu filmi mutlaka izleyin bak.

     Mis gibi güzel demiştim ya kendisine, bir filmde daha karşımızda Rachel Weisz! 2016 yapımı Complete Unknown bir çırpıda izlediğim filmlerden oldu. Alice, genç yaşta ailesinin yanından ayrılıp, ülke ülke dolaşmıştır. Ama öyle normal bir dolaşma değil, her gittiği ülkede bambaşka bir insan olarak yaşamış. Sıfırdan kimlikler, değişik tarz, değişik meslek!. Sürekli dolaşmış, en sonunda başladığı yere dönmüş. Eski sevgilisinin iş arkadaşıyla tanışmış, flörte başlamıştır. Bi akşam eski sevgilisinin evine giderler kalabalık arkadaş grubuyla. E tabi adamcağız tanır bunu. Neden kaçtın gittin, annen baban harap oldu vs diye konuşurlar. Açıkçası neden böyle bi şey yaptğını tam anlamamıştım. Şuan düşünüyorum da bulamadım. Yapmış işte. E o arada eski sevgili mi kalır, adam evlenmiş. Karısı da maşallah güzel yani. Öyle yani, o akşam yaşananlar filan karışıyo biraz ortalık. Bunlar bi ara bi yaşlı çiftin evine gidiyolar, kadın yolda düşünce onu götürüyolar. Mesela ordaki muhabbetleri asla anlamadım ya saçma olmuş :D Değişik bi film. Mutlaka izleyin diyemiyciğim.

     Bu yazıda çok güncel filmlerden bahsettim, süper. Vizyondan yeni kalkan Get Out (2017) filmininin trailer ını yine ofisten bir arkadaşım göndermişti. Vay anasını nele dönmüş diyerek merakla bekledim ve vizyonda izlemiştim. Chris ve Rose tatlı bir çiftimiz. Chris zenci bir genç ve Rose onu ailesi ile tanıştırmak istemektedir. Biraz çekinir çocukcağız ama korkma der Rose, korkma, seni sevicekler! Çok sevdiler gerçekten Allah razı olsun. Şimdi gidiyolar bunlar, aile çok sevecen, acayip misafirperverler. Evin annesi, terapist gibi bi şey. Psikolog da olabilir. Chris e olur olmadık hipnozlar yapar, feleğini şaşırır Chris. Evde de iki tane zenci çalışan var, bunlar bi garip davranıyo. Hani konuşuyolar ama kendileri gibi değiller. Sanki birileri onları o bedene hapsetmiş gibi. Neyse Chris bi gece olayı çözer, evden kaçmak ister ama maalesef :( Bence değişikti ya, ben sevdim bu filmi. Siz de seversiniz gibi, şans verebilirsiniz.

Bu haftalık da bu kadar. Yorumlarınıza cevap veremiyorum, hiç bir bloga da yorum bırakamıyorum, kafa yiyicem. Çok üzgünüm canlarım, okumuyorum görmüyorum sanmayın, teknik bir arıza yaşıyorum ve asla çözemiyorum :D Görüşmek üzere, hoşçakalın!